30 Eylül 2009
Victor Hugo'dan...
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?
Sevmek için güzele mi bakmalı?
Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?
Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır?
Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?
Hırsızlık; para, mal mı çalmaktır?
Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı?
Solması için gülü dalından mı koparmalı?
Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı?
Öldürmek için silah, hançer mi olmalı?
Saçlar bağ, gözler silah, gülüş kurşun olamaz mı?
İLHAM PERİLERİ...
Adına manken mi ne haltsa, onu derler.
Televizyonlar, gazeteler böyle kadınlar pek severler.
Bedenlerini gecelik otel gibi kullandıran bu kadınlar, kolay para kazanmasını da, oyunu kuralına göre oynamasını da iyi bilir.
Onların ihtiraslarına iltimaslı davranan medyatik sistem, bu berbat üretimin tek sorumlusudur.
***
Şehirlerin arka yüzünde, otobüs ve minibüs durakları vardır.
O duraklarda onurlu kızlar bekler, siyah beyaz fotoğraflar gibi.
Ne yağmur, ne aşırı sıcak, onlardaki direnci kıramaz.
Eğer otobüslerde oturacak yer bulurlarsa, alnını camlara yaslar bazıları.
Bazıları kendilerinden yaşlı kadınlara yer verebilmek için tetikte bekler.
Diz altı etekleri vardır, blucinleri, her giydikleri yakışır.
Aşk onlarda ansızın bitmez, bazen ömür boyu sürer.
***
O insanları kaybedersek, ne çok şey kaybedeceğimizi bilir miyiz acaba?
Genel yayın yönetmeninin odasına girerken, sütyenini çıkarıp yazar olan kadınlar, otobüs duraklarındaki kadınlar için, neden kalem oynatmaz düşünür müsünüz?
Ülkenin televizyonları erkekleri bile oynatırken, gündemi belirleyen kadınların "soysuzlardan" seçilmesi, sizleri şaşırtmaz mı?
***
Otobüs duraklarındaki kızların batık hırsları yoktur.
İhtirasları da.
Onlar için aşk yürekte vardır, parada değil.
Onlar hala pencere kenarlarındaki çiçekleri sulamanın hazzını yaşar.
Taksitle alışveriş yapmanın heyecanını.
Hala vitrinlerdeki gelinlikleri seyrederler, hayatın en dirençli yanına tutunurken.
***
Onlar "yoksul ama onurlu" duruşun, ilham perileridir.
Başkaları enayi masalı dese de.
HAKKI YALÇIN'IN
06/06/09 TARİHLİ TAKVİM GAZETESİNDEKİ YAZISINDAN ALDIM VE ALTINA İMZAMI ATTIM... :)
TÜRKİYE'MDE GAZETECİLİK...
Gençler saskin bakinca,
Siz Türkiye'de NE is yapiyordunuz? Diye Sormus. "Gazeteciydik!" "Belli" demis Adam, "Bok atmayi çok iyi beceriyorsunuz AMA,
iyiyle kötüyü ayirt etmeyi bir türlü beceremiyorsunuz!"
DEMEDİM Mİ ?...
Seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdun da hayat çesmesi ben'im?
Bir gün kızsan bana,
Alsan başını,
Yüz bin yıllık yere gitsen,
Dönüp kavuşacağın yer ben'im demedim mi?
Demedim mi şu görünene razı olma,
Demedim mi sana yaraşır otağı kur'an ben'im asıl,
Onu süsleyen, bezeyen ben'im demedim mi?
Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın,
Senin duru denizin ben'im demedim mi?
Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben'im,
Senin kolun kanadın ben'im demedim mi?
Demedim mi yolunu vururlar senin,
Demedim mi soğuturlar seni,
Oysa senin ateşin ben'im,
Sıcaklığın ben'im demedim mi?
Türlü şeyler derler sana demedim mi?
Kötü huylar edinirsin demedim mi?
Ölmezlik kaynağını kaybedersin demedim mi?
Yani beni kaybedersin demedim mi?
Söyle bunları sana hep demedim mi?
MEVLANA CELALEDDİNİ RUMİ
AY YALANI ...
Tekrar münasebet kurduğum “Bugün” gazetesinde çıkan “Ay Hikayesi” isimli ilk yazımı okuyanlar,delalet ve ihtilatları bakımından bu son derece mühim dava üzerindeki fikirlerime dikkat etmişlerdir.Günlük gazeteye nisbet,daha geniş bir tahlil ve terkib tezgahı ve mücerred fikir yatağı mecmua olarak şimdi Büyük Doğu sütunlarında bu davayı,tam entelektüel planda,en derin ve mahrem köklerine kadar irca etmek mevkiinde bulunuyorum.
Her şeyden evvel bildireyim ki,bu mevzuda inceden inceye tetkik ve takib ettiğim Batı matbuatı,bana hadisenin,İngiltere müstesna,dünyanın hiçbir yerinde tam manalandırılamadığını göstermiştir.İngiltere'deki manalandırma ise malum İngiliz gurur ve istihzacı sinsiliği (İngiliz sinizmi)içinde ancak sathî ve kısmîdir.İngilizler “Perişan edilen Dünya dururken Ay'la bu kadar uğraşmaya değmez!” hükmünden başka bir teşhise varabilmiş değiller...Hadise,umumiyetle dünyada,parmak ısırma ve çene düşürme tesiri doğurmuş ve müsbet bilgiler harikası olarak gözlere mucize çapında görünmüştür.Sadece “Anglo-Sakson”larla Cermenler ihtiyatlı,İslav'lar kıskançlıkları yüzünden şüpheli,Latin'ler ise her zamanki mizaçları icabı hayran ve feveranlıdır.Şu var ki,henüz Garb'ın büyük fikir laboratuarından hüküm çıkacak kadar vakit de geçmiş değildir.
Evet, Ay'a gidiş davası bizim gözümüzde fezaya sığmayacak kadar büyük,Samanyolu çapında bir kuyruklu yalan...
Bu yalanı sakın,Ay'a gidilemediği ve insanoğlunun Amerikanvari bir film senaryosuyla aldatıldığı manasına almayınız! İlk yazımda işin bu tarafına da bir pay ayırmış ve “Ay'a gidildiğini kabul etmek,gidilmediğine hükmetmek kadar zordur!” demiş olmama rağmen,bugün hem de Ay'a gidişi kat'i bir vakıa sayarak kaydediyorum ki ortada,bütün insanlığa yutturulmaya çalışılan mutlak bir yalan vardır.O da,Ay'a gidildiği değil,bu münasebetle müsbet bilgiler marifetine biçmek istedikleri yeni ehliyet ve selahiyettir.Evet;Ay'a gimiş olmak vesilesiyle,günün müsbet bilgiler mutekidi maddeci insanı,kainatın esrarını aydınlatmakta kendini en ehliyetli ve selahiyetli “dedektif” olarak satmaya hazırlanmaktadır.Öyle bir “dedektif”ki,zabt ve fethi muhal bilinen ötelere ait itikatları tek tek tutuklayıp kelepçelemek,karakol nezarethanesine tıkmak,nihayet fezanın son tahtaperdesine copla vurarak “Her şey bu kadar ve gerisi insanoğlunun uydurması!” hükmünü vermek,yani bütün sebep ve neticeleriyle kainatın tek izahçısı ve “raportör”ü mevkiine geçmek istidadında...Bu tavır,Ay'a gidenlerden veya onları gönderenlerden ziyade,hadisenin seyircilerinde ve inananlarında,kısacası Batılı yarı münevverde ve taklitçisi Doğulu çeyrek aydında şimdiden başlamıştır.
Nuruosmaniye Caddesinde bir kitapçıda otururken,kapıda turist arabalarına karşı favorili ve top enseli iki gencin şöyle konuştuğunu duydum:
-Boşlukta ne yapmışlar,ne görmüşler,ne bulmuşlar?
-Allah'ın (haşa) yatak odasına girmişler ama hiçbir şey bulamamışlar!..
Yakın zamanlarda ölen Rus astronotu “Gagarin” demiş ti ki;
-Fezayı dolaştım,Allah diye bir şeye rastlamadım!
Bu aşağının bayağısı küfür nev'ini yabana atmayın!Onu neyin ve nasıl doğurduğuna dikkat edin!Düşünün ki saniyede 300 bin kilometre hızla akan ışık,küremizden Ay'a bir buçuk saniyeden az bir zamanda varmaktadır.Buna karşılık,fezanın o da ölçülebilen kadarıyla belirttiği mesafe,ışığın bir milyar yılda varabileceği bir uzaklık arz ediyor.Ve akıllara zarar verici bu korkunç kemiyetin belirdiği keyfiyet,mekan ifadesiyle zamanı aşıyor.Benim ışığını şu anda gördüğüm bir “Galaksi”,bir milyar sene evvelki haliyle karşımdadır veya onu bugünkü haliyle görebilmek için bir milyar sene beklemek lazımdır.Bu arada da o,ya var,ya yoktur;ya varlığını muhafaza etmekte,yahut çoktan eriyip gitmiş bulunmaktadır.Ve bu akıl yırtıcı mesafe mefhumu kim bilir,küllî hakikatın önünde ne kadar cüz'î bir varlık ifadesi!..O feza ki,belirttiği kemiyet cinneti hiçbir sabit noktaya dayanmamakta;onun içinde en uzak yıldıza kadar bütün kainat,kendi ve birbiri etrafındaki hareketlerinden başka,topyekun bir istikamete doğru kaymakta,her an yer değiştirmektedir.
Astronomi ilminin fezada hecelediği her harfi İlahî varlığa bir delalet kabul eden büyük temsilcisi “Flamaryon”,işte fezaya bu toptan bakışın terkibî manasını getirirken,feza mikyasına göre bize 1 milimetrenin milyarda biri kadar kabul edebileceğimiz Ay'a gitme davasını,insanoğlunun kainatı zabt ve kainat esrarına hükmetme başarısı diye ele almak ve bundan feza çarpı feza kadar derin ruh hakikatlarını inkar neticesini çıkarmak,sadece eşeklik ve bizzat kendi ilimlerinde cahilliktir.
Mevlana'nın harika bir teşbihi var: Bir katır işiyor.Yerde bir idrar birikintisi...Pisliğe bir saman çöpü düşüyor ve üstüne bir sinek konuyor.Ve sinek kendisini okyanusta zannediyor!
İşte son müsbet bilgi harikasının ahmak şımarıklıklarını izah eden şaheser tablo!..
Yoksa dava,harika olmaya harikadır;fakat mucize olmak bakımından,mahalle çocuklarının malum uzuvlarıyla yaptıkları havada kavis çizme yarışından daha adi ve basit...Eğer bu harika ,şımartacağı ve İlahî esrar hududuna tecavüz ettireceği yerde,teslimiyeti ve iman emrinde kainat fethine memur insanî memuriyeti dile getirmeye vesile olsaydı-ki zaten işin hakikati bu olmak gerekir-İslam davasına tam intibak eder,müsbet bilgilere de hakiki rütbesi verilmiş olurdu.
Kafalara dank etmesi lazımdır ki,Allah'ın kudretine had tanımayan İslam dininin korkabileceği hiçbir keşif yoktur ve bu hakikatın mahfuz tutulması şartıyla ve eğer yapılabilirse,Güneşe elektrik faturası kesmek ve Merih'e teleferik işletmek bile caizdir.
Hristiyanlığın başarısı gibi gösterilmek istenen hadiseye,düne kadar dünyanın döndüğünü bile inkar eden Hıristiyanlıktır ki,İslam gözüyle bakamaz.Eğer bakabilseydi makinenin keşfinden sonra ruh emrinden sıyrılmaya başlayan müsbet bilgileri maiyetine almayı bilir ve bu günkü Batı buhranının doğmasını engellerdi.
Müsbet bilgilerin, ruh emrinden sıyrılıp muallakta kaldığı ve binbir keşif oyuncağına rağmen insanoğlunu teselli edemediği bir hengamede onun kendisine yeni bir müeyyide ve idealleştirme iklimi araması diye ifade edebileceğimiz hadise,işte böyle,biri tam küfre,öbürü tam imana sapan iki yol ağzında bulunuyor. Hadiseden en büyük ibret ve fayda dersini almak da Müslümanlara düşüyor.
Bakalım “Vatikan”dan teleskopla fezayı seyreden Papa'dan, Ay emperyalizmasını dünya emperyalizmasına çevirmek için, tam da astronotların yere indiği gün yabancı ülkelere seyahate çıkan Amerika Başkanına kadar,tutacakları istikamet ne olacak?
Dava, Ay yalanını Ay gerçeğine çevirebilmektedir...
KALK VE BİR BEYAZA YER VER!...
Devlet eliyle oluşturulan aşağılayıcı, karalayıcı, statü kaybettirici düzenlemeler, korku ve tedirginlik üreten söylemler, belgeler saymakla bitmez. Düzeni yıkmak, gericilik yapmak, Cumhuriyet'e karşı olmak, ileride başkalarına baskı yapmaya kalkışacak olmak gibi gencecik kızların taşıması güç birçok suçlama itham ve tehdit. İlkokul öğretmeni Aytaç Kılınç mesela, görev esnasında başı açık çalıştığı halde işe gidip gelirken başörtülü olması gerekçe gösterilerek işine son verildiğinde hakkını aramak için dava açmıştı. Danıştay nihai kararını verirken Kılınç'ın dışarıda bile örtse kötü örnek olması gerekçesiyle işten atılmasının yerinde olduğuna karar vererek, yasağın sınırlarının nasıl genişletileceğini göstermişti. "Ya evet doğru, kötü örnek olur" demişti birçok akil insan. Kimi kadın yazarlar merak ettiklerini söylüyorlar, başörtülü kadınların yasakla ilgili ne hissettiklerini. 14 Kasım 2006'da Malatya'da Öğretmenler Günü kutlamaları için halk eğitim merkezine gelmiş öğretmen annesi ya da kardeşi bir kadın olsaydınız, tebessümle ve sevgiyle töreni izlemeye niyetlenmişken birden mikrofonu alan bir görevlinin "Başörtülüler dışarı!" diye haykıran kaba anonsunu duysaydınız, ne yapardınız acaba? Ne hissedebilirdiniz? Bu anons üzerine uzunca konuşup yazmamız gerekmez mi? Rosa Parks! Kalk ve bir beyaza yer ver demekten başka nedir bu? Ayşe Arman, bu kadar can yakan, milyonlarca kadını örseleyen önemli bir konuda haber üretmeye çalışırken birkaç gün önceye dönüp bir baksaydı her şeyi özetleyen bir cümleyle karşılaşırdı.
Hak ve adalet duygusu olan bütün insanların tüylerini diken diken eden bir karar okundu masum bir kadın doktorun yüzüne. Bir iftiraya uğradığı için açtığı davanın sonucunu ve bu dolayımdan bir kadının haddini bildiriyordu hâkim. "Davacı kamu görevi gören doktor olarak okuduğu müsbet ilmin ve akılcı bilimin aksine, başına taktığı 'türban'ın altındaki zihniyeti nedeniyle eleştirilmesine, bu eleştiriler ağır da olsa katlanmak zorunda olduğundan, ispat edilemeyen davanın reddine..."İki yıl önce 'tesettür faciası' manşetiyle bir haber yapılmış ve iki başörtülü kadın doktorun, erkek olması yüzünden Konya Numune Hastanesi'ne gelen bir çobanın röntgenini çekmeyi reddedip hastanın organ kaybına neden oldukları yazılmıştı. Hâkim bu açıklamayı, müfettiş raporlarıyla adı geçen doktorların o tarihte görevli olmadıkları, çobanla hiç karşılaşmadıkları, işyerinde başörtülü çalışmadıkları bildirildiği halde yapıyor. Çünkü dışarıda özel hayatlarında bile başörtülü olsalar bu ağır eleştirileri, hakaretleri, iftiraları hak ediyorlarmış ve katlanmak zorundalarmış. Devlet kurumlarının tutumu herkesi keyfî davranışlar, sivil yasaklar için yüreklendiriyor, neredeyse her zamanda ve mekânda ayrımcı tutumlar için topluma rol vermiş oluyor. Neyse ki kardeşlik, eşitlik ve özgürlük duygularının yaygınlığı buna izin vermiyor.
BAŞÖRTÜSÜ YASAĞI İLE HAYATLARI DEĞİŞEN KADINLAR
Bütün engellemelere rağmen son derece iyi eğitimli oldukları halde, milletvekili seçilme hakları olmayan, yerel yönetimlerde mahallesi, ilçesi için fikir üretebileceği meclislerde üye bile olamayan, üzerine yürünen, zorla istifa ettirilen kadınların ne hissettikleri merak edildi demek sonunda. Kendi adıma bunu iyi niyetli bir merak, vicdanın geç de olsa yeşermesi olarak görüyorum. Bu yüzden küçük bir ipucu olarak Hazar Eğitim ve Kültür Derneği'nin Anar'a yaptırdığı bir araştırmadan söz edeceğim. Araştırmanın sonuçları, uzmanların değerlendirme yazılarıyla birlikte 'Başörtüsü: Türkiye'nin Örtülü Gerçeği' ismiyle 2007'de kitaplaştırılmıştı. Bu konuda ilk sayılabilecek araştırmanın birkaç sonucundan söz etmek bile yasaklarla gelen ağır haksızlığın yol açtığı yaraları gözler önüne serebilir.
Örneğin, yasak nedeniyle başörtüsünü açmak zorunda kalan kadınların % 70,8'i kişiliğinin zedelendiğini, parçalandığını, % 63,2'si kendini hakarete uğramış hissettiğini söylemiş. % 66,5'unun medyanın tutumu nedeniyle onuru incinmiş, % 60'ının ülkesine ve hukuka olan güveni derinden sarsılmış. Bu güvensizlik yüzünden çok az kadın, yasaklar nedeniyle kaybettiği kimi haklarını elde etmek için yargıya başvurmuş. Araştırmada en acı verici sonuç ise şuydu : Kadınların % 93,9'u "Başörtüsü yasağı olmasaydı hayatınız daha farklı olur muydu?'' sorusunu 'evet!' diye cevaplamış. Yasakla hayatının akışı tamamen değişen, hayalleri, hedefleri, gelecekleri ellerinden alınan, neredeyse başkasının hayatı kadar yabancı bir hayatı yaşamaya mahkûm edilen kadınlar... Bu kötülüklerin nesiller boyu böylece sindirileceğini, sineye çekileceğini, sürecin sonunda hedeflendiği gibi uygarlaşıp her şeyi unutan ve bağışlayan toplumun tek tip bir formatta yoluna devam edeceğini sanan insanlar...
Uzaydan bakıldığında, yağ lekesine yaklaşıldığında bütün bunların yaşandığı yer maalesef bizim ülkemiz. Bu ağır ihlalin gezip tozan, marka giyen, arabasının kapısı açılan bir avuç kadına odaklanmamız sağlanarak üzerinin bir kez daha örtülmesi dayanılması gayri mümkün bir durum.
ZAMAN
Üstad'a göre Devrim...
AŞKA SEVDALANMA...
Aşk afeti can olduğu meşhuru cihandır
Sakın isteme sevdayı gam aşkta her an
Kim istedi sevdayı gamlı aşk ziyandır
Her ebrulu güzel elinde bir hançeri honriz
Her zülfü siyah yanında bir zehirli yılandır
Yahşi görünür yüzleri güzellerin emma
Yahşi nazar ettikte sevdaları yamandır
Aşk içre azap olduğu bilirem kim
Her kimseki aşıktır işi ahü figandır
Yadetme güzel gözlülerin merdümi çeşmin
Merdüm deyip aldanma kim içtikleri kandır
Gel derse Fuzuli ki güzellerde vefa var
Aldanmaki şair sözü elbette yalandır...
FUZULİ
27 Ocak 2009
Hz. MEVLÂNA' DAN MENKIBELER...

Mevlâna, yaşadığı dönemlerde sadece eserleriyle değil yaşayış tarzı, hal ve hareketleri ve karşılaştığı olaylardaki beyan ettiği fikirleriyle de insanlara doğru yolu göstermiş ve onlara örnek olmaya çalışmıştır.
Bilindiği gibi Mevlâna sadece üst düzey insanlarla bir arada bulunmamış, mürit ve yakın dostlarını genellikle farklı kesimlerin oluşturduğu insanlardan seçmiştir. İşte bundan dolayıdır ki O, çok farklı olaylarla karşılaşmış ve Müslim-gayr-i Müslim, zengin-fakir, padişah-hizmetçi, her tür insanlarla birlikte olmuş ve davranışlarıyla onlara örnek olmaya çalışmıştır.
İşte, Mevlâna’nın yukarıda belirginleştirilmeye çalışılan bu hayat tarzı ölümünden sonra çeşitli vesilelerle kitaplara aktarılmış ve bu eserler de Mevlâna ve Mevlevîlik tarihi açısından “ilk kaynaklar” olarak değerlendirilmiştir. Bu amaçla yazılmış kaynaklara örnek olarak Mevlâna’nın hizmetinde de bulunmuş olan Feridun b. Ahmed-i Sipehsâlâr’ın (ö.1312 civarı) Risâle’si ve Ahmed Eflâkî Dede’nin(ö.1360) Menâkıbu’l-ârifîn adlı eserini saymak mümkündür. Yine Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’in (ö.1312) İbtidânâme’si (Velednâme) de içerdiği bilgiler açısından bu tür kaynaklara örnek olarak verilebilir. Zaten yukarıda anılan iki eserin ana kaynaklarından birini de Sultan Veled’in bu mesnevîsi oluşturur. Her üçü de Farsça olan bu eserler Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
Yine Mevlâna’nın ölümünden sonra bir araya getirilen ve sohbet ve vaazlarını kapsayan kendi eserlerini de (Fîhi mâ Fîh, Mecâlis-i Seb’a ve Mektûbât) bu kaynaklar arasında telâkki etmek yanlış olmaz.
Mevlâna’nın “yaşam tarzı”na ve “olaylara bakış açısı”na örnek teşkil etmesi bakımından esere alınan bu bölüm, yukarıda anılan kaynakların en hacimlisi olan Ahmed Eflâkî Dede’nin Menâkıbu’l-ârifîn adlı eserinden seçilmiştir. Eserin müellifi, Mevlâna’nın torunu Ulu Ârif Çelebi (ö.1320)nin çağdaşı olup; eserine Çelebi’nin tavsiyesiyle 1318 yılında başlamış ve 1358’de bitirmiştir. Eserini tamamladıktan iki sene sonra vefat eden Eflâki Dede, Mevlâna Türbesi civarına defnedilmiştir.
Herşeyi Allah’tan İste!..
Bir gün Mevlâna Hazretleri Şeyh Selâhaddin-i Zerkûb’un dükkânında oturmuştu. Dostlar da dükkânın çevresinde halka olmuş ilâhî bilgiler ve sırlarla meşgul oluyorlardı. Birdenbire ihtiyar bir adam göğsünü döverek, ağlayıp sızlayarak içeri girdi; Mevlâna’nın ayağına kapandı, hüngür hüngür ağladı ve :
–Yedi yaşında bir çocukcağızım vardı. Onu çaldılar. Kaç gündür aramaktan dermansız bir hâle geldim; ama yine onu bulamadım, dedi. Bunun üzerine Mevlâna büyük bir hiddetle:
–Tuhaf şey bütün varlıklar Allah’ı yitirmişler, onu hiç aramıyor ve onun için de bir istekte bulunmuyorlar. Ne göğüslerini, ne de başlarını dövüyorlar. Sana ne oldu da göğsünü dövüyorsun. Senin gibi bir ihtiyar kendi çocukcağızının hasretiyle harap ve rüsvâ oluyor. Neden bir an Allah’ı aramıyor ve imdat istemiyorsun ki kaybolmuş Yusuf’unu Yakup gibi bulasın, buyurdu.
Çaresiz kalan ihtiyar derhâl tövbe etti ve göğsünü kapamağa başladı. Tam bu sırada onun kaybolan çocuğunun bulunduğu haberini getirdiler. (I, 118-119)
Her şey Kur’an’da...
Bir adam karısını çok seviyordu. Bir gün hanımı naz ederek;
–Ey efendi, gel de senden her ne istersem vereceğine dair üç talâkla yemin iç; yoksa boşanırım, der. Kocası ise mecburen kabul eder:
–Ne istersen vereceğim, der.
Kadın:
–Yüce Allah’ın dünyada yarattığı her nimet ve garip şeyi benim önümde hazır etmeni istiyorum, der.
Zavallı kocası bu arzuyu yerine getirmekten âciz kalır. Nihayet, samimiyetle kalkıp Mevlâna’ya gelir, macerayı anlatır. Mevlâna:
–Git Allah’ın kitabı Kur’an’ı al ve onu mendiline sarıp eşinin eteğine koy; çünkü böylece dünyadaki yaş ve kuru nimetleri onun eteğine koymuş ve dünyanın garip şeylerini onun önünde hazır etmiş olursun. Zira “yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, Kur’an’da olmasın” (Kur’an, VI, 59) buyrulmuştur. Böylece asla talâk ve ayrılık vâki olmaz, dedi ve adamı boşanmaktan kurtardı. (I, 467-468)
Hâfızların Değeri...
Bir gün hâfızların sultanı Hâfız İshak, Mevlâna’nın yanına gelmişti. Mevlâna büyük bir saygı gösterip ayağa kalktı; üst başa oturmasını söyledi ve:
–Mushafı nasıl aziz tutmak, nasıl rahle ve kürsülerin üzerine koymak lâzımsa, hâfızları da o şekilde aziz tutmak ve üst başa oturtmak lâzımdır. İçinde Kur’an’ın nuru bulunan bir gönlün Cehennemin yüzünü görmesi uygun düşmez. Bir kağıt parçasına Kur’an yazılı olsa onu ateşe atmazlar; ona hürmet gösterirler ve onda Kur’an yazılıdır, derler. O halde bir kalpte bütün bir Kur’an bulunursa onu nasıl Cehenneme atarlar, buyurdu.
Bu müjdenin minnettarlığı olmak üzere şehrin bütün hâfızları Mevlâna’ya mürit oldular. (I, 336)
Hangisi Misafir?...
Bir gün Bağdat’tan Konya’ya bir şeyh geldi. Bütün ulular ve faziletli kişiler onun ziyaretine gitti ve onu son derece iyi ağırladılar. Tesadüfen o gün Mevlâna Hazretleri bütün müritleriyle birlikte Meram Mescidine gitmişti. Şeyh:
–Acaba benim Konya’ya geldiğim haberi Mevlâna’nın mübarek kulağına gitmemiş mi? ki beni ziyarete gelmedi. Çünkü bir memlekete gelen ziyaret edilir, dedi. Mevlâna’nın arkadaşlarından bir mürit onun bu sözünü işitti. Öte tarafta Meram’da Mevlâna hakikatleri anlatma sırasında birdenbire:
–Ey kardeş, gelen biziz sen değilsin. Sen ve senin gibilerinin bizi ziyaret etmeleri ve bizimle müşerref olmaları lâzımdır, demeye başladı. Mecliste bulunanlar:
–Mevlâna Hazretleri nereye ve kime sesleniyor, diye şaştılar.Ondan sonra Mevlâna:
–Biri Bağdat’tan geldi, öteki kendi ev ve mahallesinden dışarı çıktı. Hangisini ziyaret etmek daha iyi olur, diye misal getirdi. Orada bulunanlar:
–Bağdat ülkesinden geleni ziyaret etmek daha iyi olur. Onu ziyaret edip ağırlamak vacip olan şeylerdendir dediler. Mevlâna:
–Hakikatte biz mekânsızlık Bağdat’ından geldik. Bu aziz şeyh ise bu dünyanın bir mahâllesinden geliyor. O halde bizi ziyaret etmesi lâzımdır. Bizim onu ziyaret etmemiz icap etmez dedi; ve şu şiiri okudu:
-Biz, Mansûr’un “Ene’l-Hakk” demesinden ve dar ağacına çekilmesinden çok evvel ruh âleminin Bağdat’ında “Ene’l-Hakk” demişlerdeniz.
Mevlâna’nın bu anlattıklarını duyan Şeyh hemen kalktı, Mevlâna hazretlerini ziyarete geldi. Başını açarak kendini ona teslim etti. Onu samimiyetle sevenlerden oldu ve Mevlâna’ya:
–Babam, senin hakkında ne yap yap, demirden çarık giy ve eline demirden bir asâ al, Mevlâna’yı aramaya git; çünkü o ulu kişinin sohbetine nâil olmak iyidir, buyurmuştu. Babamın bu sözü gerçekten doğru imiş, Mevlâna’nın yüceliği babamın söylediğinin yüz bin mislidir. (I, 153-154)
Gerçek Şeyh...
Bir gün Emir Pervâne, Mevlâna için bir semâ tertip etmişti. Mevlâna, Pervâne’nin sarayının kapısına geldiği vakit, bütün dostlar içeri girsinler diye kapıda uzun müddet bekledi. Müritlerin hepsi içeri girdikten sonra Mevlâna da içeri gitti. Mevlâna o gece orada kaldı. Pervâne haddinden fazla ona hizmetlerde bulundu ve böyle bir bilgi padişahının kendisinin misafiri olduğu için Allah’a çok şükretti. Hüsâmeddin Çelebi, Mevlâna’nın kapıda beklemesinin sebebini sordu. Mevlâna şu cevabı verdi:
–Eğer biz önceden saraya girmiş olsaydık, bizden sonra gelen arkadaşlarımızın bazılarının içeri girmelerine uşaklar mânî olurlardı ve onlar bizim sohbetimizden mahrum kalırlardı. Eğer biz bu dünyada onları bir emirin sarayına veya bir vezirin evine sokamazsak kıyamette Ukbâ sarayına ve Cennet-i Alâya ve Allah’ın huzuruna nasıl sokabiliriz? (I,165-166)
İdareci Bekçi Olmalı; Kurt Değil!...
Bir gün Sultan İzzeddin Keykâvus II, Mevlâna hazretlerini ziyarete gelmişti. Mevlâna ona gerektiği gibi iltifat etmeyip dersi, müritleri ve nasihatlerle meşgul oldu. Sultan :
-Mevlâna hazretleri bana bir nasihat versin, dedi. Mevlâna:
-Sana ne öğüt vereyim. Sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk ediyorsun. Sana bekçilik emretmişler, sen hırsızlık yapıyorsun. Allah seni sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun, buyurdu.
Sultan ağlayarak dışarı çıktı, medresenin kapısında başını açıp tövbeler etti ve:
–Ey Allah’ım! Mevlâna hazretleri bana sert sözler söyledi ise de senin için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçak gönüllülüğü senin padişahlığından ötürü gösteriyor ve sana yalvarıyorum. Bu iki riyasız sıdkın hürmetine bana merhamet et, dedi ve şu beyti söyledi :
«Nemli olan iki gözümün yaşına, ateş ve gamla dolu olan sîneme merhamet et.»
Mevlâna Hazretleri salına salına dışarı çıktı ve onun gönlünü alıp:
-Git, yüce Allah sana merhamet etti ve seni bağışladı, dedi. (I, 480-481)
Mevlâna’nın Nasihati
Bir gün Emir Pervâne, Mevlâna’dan kendisine nasihat vermesi için ricada bulundu. Mevlâna bir zaman düşündükten sonra mübarek başını kaldırarak:
-Emîr, Kur’ân’ı ezberlediğini duyuyorum, dedi.
O da “Evet” diye cevap verdi. Mevlâna:
-Ayrıca hadîsler hakkındaki Câmiü’l Usûl’ü de Şeyh Sadreddin-i Konevî hazretlerinden dinlediğini duydum” buyurdu. Pervâne yine:
-Evet, dedi.
Bunun üzerine Mevlâna :
-Madem ki, Allah’ın ve onun elçisinin sözlerini okuduğun, gerektiği gibi bildiğin halde o sözlerden nasihat alamıyorsan ve hiçbir âyet ve hadîsin gereğince amel edemiyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona nasıl uyarsın? dedi.
Pervâne ağladı ve kalkıp gitti. Ondan sonra iyi işler yaptı, adalet ve ihsan ile meşgul oldu; hayratta bulundu ve böylece dünyada eşsiz oldu. (I,177)
Allah’ın Takdiri...
Rahip ve papazlardan bir grup Mevlâna Hazretleriyle yolda karşılaştılar. Mevlâna’nın müritleri onları görünce, onlardan tiksinerek:
- Ne kadar gönülleri kara ve nahoş insanlar, dediler. Mevlâna:
- Bütün dünyada onlardan daha cömert insan yoktur; çünkü onlar hem bu dünyada İslâm dinini, temizliği ve türlü türlü ibadetleri bize vermişler; hem de öteki dünyada ebedî cennetten, hurilerden, temiz cennet şarabından ve bağışlayıcı Allah’ın yüzünden mahrum edilmişlerdir. Çünkü “Allah dünya ve ahireti, kâfirlere haram etmiştir.” Bu kadar nankörlüğü, karanlıkları ve cehennemin azaplarını onlar yüklenmişler... Allah’ın inayet güneşi birdenbire onların üzerinde parlayınca onlar derhâl nurlanacak, yüzleri ak olacaktır, dedi ve şu beyti söyledi:
“Yüz senelik kâfir, eğer seni görse secde eder ve çabucak Müslüman olur.”
Rahipler ve papazlar saygı gösterdiler; Mevlâna Hazretleri ile meşgul olup tam bir doğrululukla iman getirerek Müslüman oldular. Mevlâna müritlerine dönerek şöyle dedi:
“Yüce Allah, kendisine gizli lûtuf sahibi demeleri için zehrin içine panzehiri gizledi.
Yüce Allah siyahlığı beyazlıkta gizliyor; beyazlığa da siyahlıkta yer veriyor.” (I, 148-149)
Her şeyin Fazlası Zarardır...
Bir gün, bir berber Mevlâna’nın mübarek sakalını kesiyordu. Berber:
- Efendimiz ne buyuruyor, nasıl yapayım, dedi. Mevlâna:
-Kadınla erkeği birbirinden ayıracak kadar kes! dedi. Başka bir gün de:
-Ben hiç sakalları olmadığı için Kalenderîleri kıskanıyorum, dedi. Ve “Az sakal erkeğin saâdetindendir; çünkü sakal erkeğin süsüdür. Onun çokluğu erkeği böbürlendirir. Bu da insanı mânen öldüren şeylerdendir.” hadîsini söyledikten sonra:
-Çok sakal sûfîlerin hoşuna gider. Fakat sûfî sakalını tarayıncaya kadar, ârif Allah’a ulaşır, buyurdu. (I, 445)
Gerçek Dostluk Fayda ve Menfaâti Paylaşabilmektir...
Mevlâna’ya yakın müritlerden biri şöyle bir hikaye nakleder:
“Bir gün arkadaşımla birlikte gezmeye gidiyorduk. Uzaktan Mevlâna’nın tek başına gitmekte olduğunu gördük. Biz de ona ayak uydurarak onun peşinden takibe koyulduk. Mevlâna arkasına bakıp bizleri gördü ve:
–Siz arkadan yalnız geliniz, başka kimse gelmesin. Kalabalıktan hoşlanmıyorum. Benim halktan kaçışımın sebebi, onların el öpmek ve önümde eğilip saygı göstermek belâsından kurtulmak içindir, dedi.
Gerçekten Mevlâna herkesin onun elini öpmesinden ve önünde baş koymasından son derece incinirdi. Aşağı tabakadan olan insanlara ve talihsiz kimselere karşı büyük bir gönül alçaklığı gösterir, onların önünde eğilirdi. Bundan sonra Mevlâna yoluna devam etti, biraz ilerleyince bir virâneye geldik. Orada birkaç köpek birbirleriyle sarmaş dolaş olmuş, uyuyorlardı.
Arkadaşım:
–Bu biçâreler arasında ne kadar güzel bir birlik vardır; ne güzel uyuyorlar ve birbirleriyle ne kadar da güzel sarmaş dolaş olmuşlar, dedi. Bunun üzerine Mevlâna:
-Evet, dedi; sen bunların arasındaki dostluğun ve birliğin ne kadar samimi olduğunu bilmek istersen, onların aralarına bir leş veya bir ciğer atıver. O zaman bu dostluğun nasıl bir dostluk olduğunu görürsün. İşte bu gördüğün dünya ehli ve dünya malına tapanların aralarındaki dostluk da böyledir. Aralarında bir garez veya menfaât olmadıkça birbirlerinin dostudurlar; fakat dünyalık bir şey aralarına girince nice senelik namus ve şereflerini boşa verirler ve aralarındaki tuz ekmek hakkını bir tarafa atarlar.”
İşte bu örnekte de olduğu gibi nifak ehlinin birleşmesinin bir kıymeti yoktur. (I, 205-206)
“Benim şakam, Şaka Değil; Halkı İrşâd ve Eğitimdir.” (Hz.Mevlâna)
Mevlâna’nın zamanında bir şahıs meyve toplamak üzere bir meyve ağacının tepesine çıkmıştı. Birdenbire o ağacın sahibi bundan haberdar olup, yanına geldi ve ona:
–Aşağı in! diye bağırdı. Ağaçtaki adam:
–Aşağı inmiyorum, dedi. Bahçıvan fazla ısrar edince adam:
–Eğer “bu ağaçtan” inersem karım boş olsun, dedi. Ve üç gün, üç gece orada kaldı. Çeşit çeşit fetvalar çıkardılar, mümkün olmadı. Nihayet bir kişi:
–Bu müşkülü Mevlâna Hazretlerine arz etmek lâzımdır, dedi. Hâlis muhiplerden bir grup bu hikâyeyi Mevlâna Hazretlerine anlattılar. Mevlâna:
–Yeminin bozulmaması için o adam, o ağaçtan diğer bir ağaca geçsin ve ondan insin. Eğer bu ağacın yanında başka bir ağaç yoksa bir atın üzerine, oradan da yere insin. Böylece yemini bozulmaz, dedi.
O adam Mevlâna’nın dediği gibi yaptı ve kurtuldu. Bunun üzerine şehrin bütün müftüleri Mevlâna’yı tebrik ettiler. (I, 403-404)
Mevlâna ve Oğlu...
Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled Hazretleri henüz meme emen bir çocukken daima babasının kucağında uyurdu. Mevlâna, teheccüd zamanı kalkıp gece namazını kılacağı vakit, bazen Sultan Veled bağırır ve ağlardı. Mevlâna Hazretleri, susturmak için namazı bırakır, onu kucağına alır, uyutur ve namazını öyle kılardı.( II, 196)
“Çocuğu Olan Çocuklaşsın”(Hadis-i Şerif)
Mesnevîhân Siraceddin Mevlâna’nın, çocuklarla olan iletişimini aktarırken şahit olduğu bir olayı şöyle anlatır:
Bir gün Hüsâmeddin’le birlikte Mevlâna’yı ziyaret etmek için medreseye gelmiştik. Mevlâna’nın torunu Emîr Ârif’i küçük bir arabaya oturtmuşlar, lalası da onun arabasını çekiyordu. Mevlâna, hemen yerinden kalkarak arabanın ipini mübarek omzuna koyup:
-Ârif’e öküzcülük edebilirim, dedi.
Bunun üzerine Hüsâmeddin Çelebi de arabanın diğer tarafını tuttu; bir iki defa medresenin avlusunu dolaştırdılar. Çelebi Ârif, tatlı tatlı gülüyor ve seviniyordu. Mevlâna:
–Çocukları okşamak, şeriât padişahı ve hakikat ayının feleği olan Peygamberimiz’den biz Müslümanlara kalmış bir mirastır. Peygamber:
-“Çocuğu olan çocuklaşsın” buyurmuştur, dedi ve şu şiiri okudu:
“Babanın aklı dünyayı ölçerse de,
Küçük çocuğun anlaması için “ti ti” der.
Madem ki işim, gücüm çocuklardır, o hâlde;
Çocukların diliyle konuşmak lâzımdır.” (II, 241)
Âşıkların Ölümü “Düğün Günü”dür...
Bir grup, Mevlâna Hazretlerinden:
-Eskiden beri, ölenlerin cenazesi önünde hâfızlar ve müezzinler bulunur. Sizin zamanınızda bu şarkı söyleyip def çalanların bulunmasında ne mânâ vardır? diye sorup:
-Din âlimleri bunu kötülüyor ve buna bidat diyorlar, dediler. Bunun üzerine Mevlâna:
-Cenazenin önünde bulunan müezzinler ve hâfızlar, bu ölünün mümin olduğuna ve İslâm dininde öldüğüne; bizim şarkıcılarımız ise, bu ölünün hem mümin, hem müslüman ve hem de âşık olduğuna şahâdet ediyorlar. Bununla birlikte dünya zindanında ve tabiatın kuyusunda hapis kalıp beden sandığının esiri olan insan ruhu, birdenbire Allah’ın fazileti ile kurtulup kendi aslına ulaşıyor. Bunun için şenlik yaparak, o aziz olan Allah’ı arzu edip, O’na dönüyor ki, başkalarını da fedakârlığa ve yiğitliğe teşvik etsin. Çünkü normal zamanda bile, birini zindandan serbest bırakıp gönlünü hoş etseler hiç şüphesiz bu olay bin şükre ve sevince sebep olur. Gerçekte bizim müritlerin ölüsü de bunun gibidir. Nitekim bir şiirde şöyle denilir:
“O sultanların her biri, bir din sultanı olduğu için onlar beden bağını kopardıkları vakit sevinirler.
Onlar devlet şadırvanı tarafına koştular, ayak bağını ve zinciri attılar.
Sultan’a ait olan ruh bir zindandan çıktı. Biz bunun için niçin elbiseyi yırtalım, kızalım veya üzülüp ağlayalım?” (I, 254)
Mevlâna’nın Defni...
Büyük küçük bütün insanlar başlarını açmışlardı. Kadınlar ve çocuklar da orada idiler. Büyük kıyamete benzer bir kıyamet koptu. Herkes ağlıyordu. Erkekler feryat ederek, elbiselerini yırtarak gidiyorlardı. Hıristiyanlardan, Yahudilerden, Araplardan, Türklerden bütün milletler, bütün din ve devlet sahipleri cenazede hazır bulunuyorlardı. Her biri, kendi âdetleri veçhile kitapları ellerinde önde gidiyorlar; Zebur’dan, Tevrat’tan, İncil’den âyetler okuyor ve hepsi de feryat ediyordu. Müslümanlar, sopa ve kılıçla bunları uzaklaştıramıyorlardı. Fakat bu cemaât hiç çekinmiyordu. Büyük bir karışıklık oldu. Bu haber büyük Sultan’a, Sâhib’e ve Pervâne’ye erişti. Bunun üzerine onlar da papaz ve kiliselerin büyüklerini çağırıp onlara:
-Bu olayın sizinle ne ilgisi vardır? Bu din padişahı bizim reisimiz, imamımız, dediler. Onlar da:
-Biz, Musa’nın, İsa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun açık sözlerinden anladık; ve kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin tabiat ve hareketlerini onda gördük. Siz Müslümanlar, Mevlâna’yı nasıl devrinin Ahmed’i olarak tanıyorsanız, biz de onu zamanın Musa’sı ve İsa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun seveni iseniz, biz de bin misli onun kulu ve müridiyiz. Nitekim kendisi şöyle buyurmuştur:
“Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler. Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir NEY’iz.”
Mevlâna hazretlerinin zâtı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara inayette bulunan hakikatler güneşidir. Güneşi, bütün dünya sever. Bütün evler onun nuruyla aydınlanır, dediler.
Bir Rum keşişi de:
-Mevlâna ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymazlık edemez. Ekmekten kaçan hiçbir “aç” gördünüz mü? Siz, onun kim olduğunu nereden bileceksiniz? dedi.
Bunun üzerine büyükler susup hiçbir şey söylemediler. Bir taraftan da tatlı sesli hâfızlar vecd ile âyetler okuyorlar; tatlı nefesli mukrîlerin sesleri, dertli ve acı feryatları göklere yükseliyordu. Güzel sesli müezzinler, halka, kıyamet yerine, bu kıyametin koptuğunu selâ vererek bildiriyorlardı. Yirmi bölük gûyende de Mevlâna’nın ölümünden önce söylemiş olduğu mersiyeleri okuyordu. Nekkarecilerin naraları, zurna ve beşaret, nefir v.s. sesleri “İsrafil’in surunun çalındığı zamanda...” (Kur’an, LXXIV, 8) âyetinde olduğu gibi kıyametler koparıyordu. Güneş doğarken medreseden tabutu alıp yola çıktılar. Tabut, yolda altı defa parçalandı. Her defasında başka bir tabut yaptılar. Nurlu türbesinin bulunduğu mezarlığa geldikleri vakit karanlık basmış, gece olmuştu. İşte bu şekilde Mevlâna’nın temiz bedeni bütün Konya halkının ve bütün din temsilcilerinin katılımıyla babasının yanında toprağa defnedildi. (II, 13-14)
Yard.Doç.Dr. Nuri Şimşekler
S.Ü.Fen-Edebiyat Fak.Öğ.Ü.
Hz. MEVLÂNA'dan ÖZLÜ SÖZLER..6

Eğer dostun yoksa niçin aramıyorsun.
eğer dost buldunsa niçin sevinmiyorsun.
"Allah için ateşe atılmak vardır,
Lakin ateşe atılmadan önce kendinde İbrahimlik olup olmadığını araştır.
Çünkü ateş İbrahimleri tanır ve yakmaz."
"Bütün cihanı araştırdım,
iyi huydan daha iyi bir liyakat görmedim."
"Fikir ona derler ki bir yol açsın
Yol ona derlerki bir gerçeğe ulaşsın."
"Sopayla kilime vuran
kilimi dövmez tozlarını silkeler."
"Dua ve ibadet Allah ile olmaktır.
Allah ile olan kimse için ölüm de, ömür de hoştur."
Bir aşk yüzünden elbisesi yırtılan;
hırstan ayıptan adamakıllı temizlendi.
Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir.
Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü,
sonu idrak edebilirim?"
Ehl-i Keremin vaatleri akıp duran,
eseri daima görünen hazinedir.
Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların
vaatleri ise gönül azabıdır.
Diri aşk, ruhta ve gözdedir.
Her anda goncadan daha taze olur, durur.
O dirinin aşkını seç ki; bakidir ve canına can katan
içkiden sana sakilik eder.
Kalp altınla halis altın ayarda belli olur.
Kalple halisi, mihenge vurmadıkça tahmini olarak bilemezsin.
Allah kimin ruhuna mihenk korsa ancak o kişi,
yakini şüpheden ayırt edebilir.
Akıl gizlidir, ortada bir âlem görünüp durur.
Bizim şeklimiz; o denizin dalgasından yahut ıslaklığından
ibarettir. Sûret, o denize ulaşmak için
neyi vesile ittihaz ederse etsin, deniz;
sûreti o vesile yüzenden daha uzağa atar.
Gönül, kendisine sır vereni; ok kendisini uzağa atanı görmedikçe.
Bülbül, Güle aşık, halbuki esasen gül,
kendisine aşık, kendi aşkını aramakta.
Gönül ehlinin ilimleri, kendilerini taşır.
Ten ehlinin ilimleriyse kendilerine yüktür.
Gönle uran, adamı gönül ehli yapan ilim; insana fayda verir.
Yalnız tene tesir eden,
insanın malı olmayan ilim yükten ibarettir.
Gönül, ne tarafı işaret ederse
duygu da eteklerini toplayıp o tarafa gider.
Sevgiliye kavuşma devletine eren kişinin gözünde bu dünya,
murdar bir şeyden ibarettir.
Sevgiden acılıklar tatlılaşır. Sevgiden bakırlar altın kesilir.
Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı-duru bir hale gelir,
sevgiden dertler şifa bulur. Sevgiden ölü dirilir,
sevgiden padişahlar kul olur. Bu sevgide bilgi neticesidir.
Saçma sapan şeylere kapılan kişi nasıl olur da
böyle bir tahta oturur ki? Noksan bilgi nereden aşkı doğuracak?
Noksan bilgi de bir aşk doğurur ama o aşk, cansız şeylerdir.
Noksan bilgi sahibi, cansız bir şeyde
dilediği şeyin rengini görünce
adeta bir ıslıktan sevgilinin sesini duymuş gibi olur.
Gönül aynası saf olmalı ki
orada çirkin suratı güzel surattan ayırt edebilsin.
Gönül, yalan sözden istirahat bulmaz.
Suyla yağ karışık olursa çırağ aydınlık vermez.
Doğru söz kalbe istirahat verir.
Doğru sözler gönül tuzağının taneleridir. Gönül hasta olur,
ağzı kokarsa ancak o vakit doğruyla yalanın tadını alamaz.
Fakat gönül ağrıdan illetten salim olursa
yalanla doğrunun lezzetini adamakıllı bilir, anlar.
Doğruluk, her duygunun uyanıklığıdır;
bu sûretle duygulara zevk, munis olur.
Bakır, altın olmadıkça bakırlığını;
gönül padişah olmadıkça müflisliğini bilmez.
Bakır gibi sen de iksire hizmet et. Gönül, dildarın cevrini çek.
Dildar kimdir? İyice bil. Dildar ehl-i dildir. Çünkü elh-i dil olan,
gece ve gündüz gibi cihandan kaçıp durmakta,
âlemde eğleşmemektedir. Allah kulunun ayıbını az söyle,
padişahı hırsızlıkla az kına.
Aşıkların neşesi de odur, gamı da,
hizmetlerine karşılık aldıkları ücret de!
Aşık, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir,
aslı yok bir sevdadır. Aşk, o yalımdır ki parladı mı
sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar.
"Lâ kılıcı", Allah'tan başka ne varsa hepsini keser, silip süpürür.
Bir bak hele "Lâ"dan sonra ne kalır?
"İlla Allah; kalır, hepsi gider.
Neşelen, sevin, ey ikiliği yakıp yandıran şiddetli aşk!"
Ruh bağışlayan güzelden ruhunu esirgeme.
O, seni kır atın üstüne bindirir.
Taçlar veren o başı yücelerden başını çekme.
O gönlünün ayağındaki yüzlerce düğümü çözer.
Fakat kime söyleyeyim?Bütün köy içinde nerede bir diri? Âbıhayatın bulunduğu tarafa doğru koşan kim?
Sen bir horluk görür görmez aşktan kaçmadasın.
Bir addan başka aşktan ne biliyorsun ki?
Aşkın yüzlerce nazı, edası, ululuğu var.
Aşk, yüzlerce nazla elde edilebilir.
Aşk vefakar olduğu için vefakar olanı satın alır.
Vefasız adama bakmaz bile.
İnsan bir ağaca benzer, ahdi de ağacın köküne.
Kökün iyileşmesine sağlamlaşmasına çalışmak gerek.
Gönülden sözsüz, işaretsiz, yazısız
yüz binlerce tercüman zuhur eder.
Söz söylemek için önce dinlemek gerekir.
Söze kulak verme yolundan gir.
Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz,
ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Allah'ın sözüdür.
Yol düzgün ama altında tuzaklar var.
Yazının tarzı hoş ama içinde manâ kıt...
Sözler, yazılar; tuzaklara benzer.
Tatlı sözler bizim ömrümüzün kumudur.
İçinde su kaynayan kum pek az bulunur; yürü, onu ara!
Gönül dilerse el, yemek için kepçedir,
dilerse on batmanlık gürz.
Dert,
Allah'ı gizlice çağırmana sebep olduğundan
bütün dünya malından yeğdir.
Dertsiz dua soğuktur, bir şeye yaramaz.
Dertli dua ve niyaz, gönülden aşktan gelir.
Dosta dostun zahmeti ağır gelir mi? Zahmet: içtir, ruhtur. Dostluksa onun derisine benzer.
Dostluk nişanesi beladan, afetlerden, mihnetlerden
hoşlanmak değil midir? Dost altın gibidir.
Bela da ateşe benzer. Halis altın, ateş içinde saf bir hale gelir.
Gönül istemeden ağza gelen lâtif sözler,
külhandaki yeşilliğe benzer, dostlar. Uzaktan bak, geç.
Yavrum, onlar yemeye kokmaya değmez.
Vefasızlara gitme. Onlar: iyi dinle"yıkık köprüdür"
Bilgisiz biri oraya ayak basarsa köprü de yıkılır, ayağı da kırılır.
Asker, nerde bir bozgunluğa uğrarsa
iki-üç karı tabiatlı adamın yüzünden uğrar.
O, erkek gibi silahlanıp savaş safına girer.
Diğerleri de, "işte tam dost", diye ona güvenirler.
Fakat savaş zahmetlerini gördü mü yüz çevirir.
Onun kaçışı senin manevi kuvvetini de kırar.
İyilik ettiğin kişinin şerrinden sakın!
Dostluk son demdedir.
Sohbet vardır, keskin bir kılıca benzer; bostanı,
ekini kış gibi kesip biçer. Sohbet vardır, ilkbahar gibidir.
Her tarafı yapar, sayısız meyveler verir.
İhtiyat ve tedbir ona derler ki, "kötü zannı gideresin,
kaçıp kötülüklerden kurtulasın."
Seni dostundan ayıran sözü dinleme.
O sözde ziyan vardır, ziyan!
Kim benlikten kurtulursa bütün benlikler onun olur.
Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir.
Nakışsız bir ayna haline gelir, değer kazanır.
Çünkü bütün nakışları aksettirir.
İyilik, hoşluk zamanında hepsi dosttur, eştir.
Fakat dert ve gam zamanı Allah'tan başka kim sana dost?
Dost nasıl dosttur?
Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen,
seni aklıyla her an irşat edip yücelten dost.
Dünya sevgisi, dünya geçimiyle savaşma yüzünden
sana o ebedi azabı ehemmiyetsiz gösterir.
Ölümü bile ehemmiyetsiz bir hale getirirse
bunda şaşılacak ne var ki?
O sihriyle bunun gibi yüzlerce iş yapar!
Dünyadan geçen kişiler de yok olmamışlardır,
fakat Allah sıfatlarına bürünmüşlerdir.
Onların sıfatları, Hak sıfatlarına karşı,
güneşin karşısındaki yıldızlara dönüşmüştür.
Kör bir deveye benzersin. Boynundaki yular, seni yeder, durur.
Fakat çekeni gör, yuları değil.!
Çekeni ve yuları görsen
senin için bu âlem 'aldanma yurdu' olmazdı.
Bu âlemin direği gafletten ibarettir.
Gerçi dünyanın değeri taklittir ama
her mukallit sınanmada rüsvay olur.
Dünya Allah'ın kahır yurdudur.
Kahrı seçtiysen kahır göre dur.!
Cebrail'le canların kıblesi Sidre'dir,
karnına kul olanların kıblesi sofra. Arif' in kıblesi vuslat nurudur,
filozoflaşan aklın kıblesi hayâl.
Zahid'in kıblesi ihsan sahibi Allah'tır,
tamahkârın kıblesi altınla dolu torba.
Manâ gözetenlerin kıblesi sabırdır,
sûrete tapanların kıblesi taştan yapılan sûret.
Batın âleminde oturanların kıblesi lütuf ve ihsan sahibi Allah'tır,
Zahire tapanların kıblesi kadın yüzü.
Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne olmayacak şey!
Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hak'tan mı? Ne boş zahmet!
Kaza ve kaderle pençeleşmek mücahede sayılmaz.
Çünkü bizi pençeleştiren, savaştıran da kaza ve kaderdir.
Hile ve çare diye 'zindanı delip de çıkmaya' derler.
Yoksa birisi zaten açılmış deliği kapatırsa yaptığı iş,
soğuk ve ters bir iştir.
Kaza gelince: bilgi, uykuya dalar, ay kararır, gün tutulur.
Kazanın bu çeşit hilesi nadir midir ki?
Kaza ve kaderi inkar edenin inkarı bile,
bil ki, kaza ve kaderdendir.
Ticarette kamil değilsen yalnız başına dükkan açma;
yoğrulup kemale gelinceye dek birisinin hükmü altına gir!
"Susun, dinleyin!" emrini işit, sükût et.
Madem ki Hak dili olamadın, kulak kesil.
Söylersen bile sual tarzında söz söyle.
Padişahlar padişahıyla edepli konuş!
Kibir ve kinin başlangıcı şehvettendir.
Şehvetinin yerleşip kuvvetlenmesi de "itiyat" yüzündendir.
Kötü huy, adet edindiğinden dolayı sağlamlaşır, yerleşir ..
seni, ondan vazgeçirmek isteyene kızarsın.
Toprak yemeye alışırsan kim seni bundan menetmeye
kalkışırsa onu düşman sayarsın.
Puta tapanlar, bu tapmayı huy edindiklerinden
men edenlere düşman olmuşlardır.
"Ey müslüman, edep nedir?" diye sorarsan bil ki edep,
ancak her edepsizin edepsizliğine
sabır ve tahammül etmektedir.
Kimi, "falan adamın huyu kötü, tabiatı fena" diye
şikayet eder, görürsen,
Bil ki, bu şikayetçinin huyu kötüdür;
kötüdür ki o kötü huylunun kötülüğünü söylüyor!
Çünkü iyi huylu, kötü huylulara, fena tabiatlılara
tahammül eden, onların kötülüğünü söylemeyen kişidir.